SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZIN MACARİSTAN ZİYARETİ VE HAFIZALARDA CANLANAN TARİHİ GERÇEKLER
11.10.2018 - 09:30:26
Sevgili dostlar, biz tarih boyunca sahip olduğumuz gönül ve iman güzelliklerini davranışlarımızla pekiştirip ötelere taşımayı kendimize vazgeçilmez, asli görev edinmiş bir milletin evlatlarıyız. Bu yolda Seyhun-Ceyhun’dan doldurduğumuz testilerimizle Dicle Fırat’a erişmiş, Dicle Fırat’tan doldurduğumuz testilerimizle Tuna boylarına ulaşmış, Tuna’dan doldurduğumuz testilerimizle de Viyana önlerine varmıştık.
Attolgalı Beylerbeyi bir yaz günü haykırarak Tuna’dan geçmiş, zalime dur deyip mazlumun ahını dindirmişti. Her geliş-gidişimiz zalime korku, mazluma ümit salmıştı. Geçtiğimiz yollarda dürüstlüğün, ahlakın kısaca insanlık ve adaletin motiflerini örnekleyip gönüllerde taht kurmuş, zihinlerde iz bırakmıştık.
O kadar ki, Mohaç ovasında ilerlerken ordunun susuzluk çektiği hissedilmiş, bunun üzerine, karşılığını ödemek kaydıyla Komutan yol kenarındaki üzüm bağlarından askerin susuzluğunu giderecek kadar üzüm yemesine müsaade etmiş ve bunun sonucu her bir asker yediği üzümün karşılığını Akça olarak bir küçük bez parçasına bağlayıp salkımını kopardığı bağın bir dalına bağlamıştı. Diyeceksiniz ki, bunun böyle olup bittiğine dair deliliniz var mıdır? Böyle bir soru sormada haklısınız. Bunun doğruluğunu ortaya koyacak olan belge arşivlerde, tozların baskısı altında can çekişiyor… Buyurun girelim arşivlere, inceleyelim ecdadımızın yapıp ettiklerine yönelik tuttukları kayıtları, zabta geçirdikleri hakikatleri… Ama diyeceksiniz ki; Heyhaaat! Nerede o imkan, o kabiliyet ve beceri? Biz değil en büyük dedemizin Mohac seferinden kalan hatıralarını okumak, Çanakkale cephesine iştirak etmiş büyük babamızın yazıp aile efradına gönderdiği mektubu okuyup anlayacak bilgi ve pratiğe sahip değiliz…
Bilmiyorum kimler utansın? Tarih mi, kader mi, yoksa bu nesli icraatlarıyla ruh köküne karşı yabancılaştırıp kültür, medeniyet ve değerleriyle arasındaki bağları koparıp onu güdükleştiren ve İşgalci kültür fırtınaları karşısında onu sırtlanların önüne atan, vicdanlarını kültür işgalcilerinin emrine vermiş olan satkın şahsiyetler mi utansın!...
SOVYET LİDERİ KRUŞÇEV’İN RÜYASI
Sevgili dostlar, soğuk harp döneminde Sovyet Rusya’nın lideri olan Kruşçev, gece rüyasında Haşmetli Sultan Kanunî’yi görür… Kruşçev, Kanunî’ye sorar “Haşmetli Sultan siz neredeyse Macaristan’da iki asır kaldınız. Biz ise daha 10 sene dolmadan halk ayaklandı. Siz, nizasız ve fasılasız bu kadar süre kalmayı nasıl becerdiniz?” Rüyada da olsa Haşmetli Sultan kendisine okkalı bir cevap vermiş: “Biz fetihten sonra Macaristan’ı vatan edinip oturduk. Yerli halka Türkçe’yi dayatıp mecbur kılmadık. Fethettiğimiz günü sizin gibi Macar Milli Bayramı olarak ilan etmedik…” Şimdi anladınız mı dostlar, bizdeki fethin ruh yapısını ve hedefini… Fethin gayesi, o şanlı ordunun o yüce medeniyetin gittiği yeri ihya etmek canlandırmak, orada insanlığın ana ilkelerini, yani kardeşliği, eşitliği, adaleti ve özgürlüğü karşılıklı saygı ve sevgiyi hakim kılmaktır.
Ama dün Kruşçev döneminde Rusya’nın Macaristan’a yönelik harekatı, bugün ABD ve AB’nin Irak’ta, Suriye’de, Afrika ve Afganistan’da yaptıkları bir işgal ve imhadır. Biz ihya ederiz, diriltiriz gittiğimiz yeri.. Cana, mala, çevreye, dikili bir tek ağaca bile zarar vermeyiz. Ama onlar yakarlar, yıkarlar… İşte en yakın örneği Suriye’de, Niyammar’da, geçmişte ise Kosova ve Bosna Hersek’te yaptıkları… Taş üzerinde taş koymadılar… Yaşlı genç demediler, canlı canlı imha ettiklerini toplu halde istif edip mezarlara gömdüler…
“TÜRKLER TARAFINDAN İDARE EDİLMEMİZ BİR ŞANSTIR”
Bu arada hemen ifade edeyim, bizim tarih boyunca gittiğimiz her yere, fethettiğimiz her diyara kardeşliği adaleti kısaca, insanlığı getirdiğimizin en canlı örneği Macaristan’dır. Nitekim bundan önceki Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt 2011 yılında tarihi bir itirafta bulunmuştu. Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt ABC isimi İspanyol günlük gazetesine vermiş olduğu demeçte aynen şöyle demişti “Türkler tarafından 150 yıl boyunca idare edilmemizi ŞANS olarak tanımlıyorum. Başkası olsaydı, dilimizi ve dinimizi değiştirmemizi isteyecekti. Biz de asimile olacaktık.”
Doğrudur, Macaristan’ın iki asıra yakın bir süre Türkler tarafından idare edilmesi onlar için bir şanstı. O dönemde toplum için önemli olan öncelikle iç ve dış güvenliğin temin edilmesi ve toplum fertlerinin kardeşlik, adalet, ahlak ve erdemlik ilkeleri doğrultusunda birbirleriyle kaynaşmasıydı. Macaristan bir Orta Avrupa ülkesi olarak Osmanlı sayesinde bu kavramlarla tanış olmuş ve fetihle beraber Dervişler, hassaten GÜLBABA sayesinde orada birbirini sayıp seven, kendisi için istediğini etrafındakiler için de isteyen, kendisine reva görmediğini başkasına da reva görmeyen bir insan karakter ve yapısı oluşmuştu. Batı Avrupa ise o tarihlerde daha yeni yeni, bilhassaa 1596’da doğup 1650’de ölen Dekart’ın “Düşünüyorum o halde ben de varım” söylemleriyle bireyin varlığı Kilise’ye karşı iddia ediliyor ve insanın kendi başına ferd-i vahit olarak bir varlık ve değer sahibi olduğunun savunması yapılabiliniyordu… Dikkat edin, hala Batı Avrupa’da bireyin varlığı kabul edilmiş değil, ancak savunması yapılmaya çalışılıyordu.
MACARİSTAN’IN MANEVİ FATİHLERİ
Bizim kültürümüzde tam teçhizatlı asker kadar, hedeflenen fethin beklenilen sonucu verebilmesi için mutlaka gönül erlerinin de devrede ve iş başında olması zorunludur. Nitekim Haşmetli Sultan yerleşik teamüllere göre maddi-manevi bütün gerekli hazırlığını yapmış 1526’da Macaristan’a doğru yola çıkmıştı. İki orda Belgrat ile Budapeşte arasındaki Mohaç Ovasında karşılaşmıştı. İki saat içerisinde üstünlüğü elde eden Kanunî, savaşsız teslim olan Budapeşte’ye varmış ve orada 13 gün kalmıştı. Artık imar ve ihya sırası gönül ordusuna gelmişti. İşte orduyla birlikte Gül Babanın öncülüğünde oraya gelen dervişan işe koyulmuş kısa zamanda inşa edip ocağını tüttürdükleri gönül dergahında “Sevelim-Sevilelim” deyip gönül yapmaya koyulmuşlardı. Gel gör ki, ecel gelmiş gönül ordusunun öncüsü Gül Baba hiç mendil sallamadan meçhule giden gemi misali gönül ordusuna, bayrağı hep yücelerde tutma sorumluluğunu hatırlatarak HAK’KA yürümüştü. Namazını Şeyhul İslam Ebussuud Efendi kıldırmış, Padişah’da namazına iştirak etmiş ve kendi adıyla anılan tekkenin müştemilatına defnedilmiş böylece, tarihimizin ispat vasıtası olarak Müslüman Türk’ün Orta Avrupa’da ki en etkin ve yılmaz bekçisi ve gönüllere nüfus kabiliyeti en yüksek ve müessir Büyükelçisi olarak o tepede Ay Yıldızlı bayrağımızın altında yatıyor ve yattığı yerde görevini bihakkın yerine getirmeye hala devam ediyordu.
Bugün onu yalnız Türkler, Müslümanlar ziyaret etmiyor, onun türbesi, etrafından metfun gönül dostlarıyla birlikte bütün Tekke, Macarların da ziyaretle huzur bulduğu, saygı gösterip kıymet atfettiği bir yerdir. İşte TİKA, ecdat yadigarı, her dilden ve her dinden insanın huzur bulduğu bu gönül dergahını yeniden restore ederek bütün insanlığın hizmetine sundu. Sayın Cumhurbaşkanımız da “… bu mübarek mekan gelecek kuşaklar tarafından… büyük ihtimamla korunacak ve Türk Macar dostluğunun en kıymetli sembollerinden biri olmaya devam edecek” diyerek kurdelasını kestiler. Hayırlı olsun.
BUDİN’İN SON VALİSİ
2013 Ekimiydi… Yunus Emre Enstitüsü ile Budapeşte’ye gitmiştim. Orada bizi Osmanlı’nın son Budin Valisi’nin kabrine götürmüşlerdi. Elbette ki; düşmez-kalkmaz bir Allah… İşte bu realite doğrultusunda bizim Macaristan’da ki hakimiyetimiz 173 sene sürmüştü. Nihayet 1686’da Almanlar büyük bir orduyla Budin’e saldırmış ve son Osmanlı Valisi Abdurrahman Abdi Paşa elindeki bir avuç askerle şehri müdafaa ederken şehit düşmüştü. Kabrini Macarlar yaptırmış, başına da Türkçe bir kitabe koymuşlardı…
Kitabede aynen şöyle yazıyordu:
“145 YILLIK
TÜRK EGEMENLİĞİNİN
SON BUDA VALİSİ
ABDURRAHMAN ABDİ ARNAVUD PAŞA
BU YERİN YAKININDA
1686 EYLÜL AYININ 2. GÜNÜ
ÖĞLEDEN SONRA
YAŞAMININ 70. YILINDA
MAKTUL DÜŞTÜ
KAHRAMAN DÜŞMANDI
RAHAT UYUSUN”
Evet sevgili dostlar bu kitabeyi yazanlar Macarlar... Ama gel gör ki; Osmanlının Paşası sergilemiş olduğu üstün karakter ve seciye ile kendisini düşman belleyip canına kasteden ve böylece varlığına son vermek isteyenlere bile “Kahraman düşmandı, rahat uyusun” dedirtecek kadar mert, delikanlı ve üstün ahlak sahibi idi.
Şimdi o tarihin varisleri, o ecdadın torunları olarak bize düşen görev, en az onların maddi mirasına sahip çıktığımız kadar manevi mirasına, bize bıraktıkları kültür, hars, ve değerlere de sahip çıkıp her ne pahasına olursa olsun, o değerleri özünden hiçbir şey kaybetmeden bizden sonraki nesillere bırakmaktır. Bu yolda herbirinize başarılar diliyorum.