- 23.02.2023 10:41
- (16)
Sevgili dostlar; geçen haftaki köşemde, 16-17 Şubat Perşembe-Cuma günleri deprem bölgesinde olacağımı beyanla, bu haftaki yazımda gidip gördükten sonra intibalarımı sizinle paylaşacağımı ifade etmiştim.
16 Şubat Perşembe günü saat 07.20 itibariyle İstanbul Havalimanından Adana’ya, oradan da karayoluyla saat 10.30 gibi İskenderun’a ulaşmıştım. Hedefim; oradan Belen, Arsuz gibi yakın ilçeleri gördükten sonra yıkımın en yoğun olduğu merkez ilçe Antakya’ya geçmek ve madur, mahzun halkımızı ziyaretle, onlara genelde geçmiş olsun dileklerimizi, özelde ise taziyelerimizi sunduktan sonra, deprem mahallinde hizmet üreten devlet kurum ve birimlerini, gönüllü yardım kuruluşlarını ziyaretle, depremin bilhassa merkezdeki etkisini müşahede etmek ve “Asrın Felaketi” belirlemesi doğrultusunda bu beklenmeyen olayın sosyal yansımalarına yönelik tesbitlerde bulunmaktı.
Müşahede ve tesbitlerimize İskenderun’dan başlamamızın, ulaşımdaki kolaylılığın yanında, diğer bir sebebi de; istişare kurulunda yer aldığım, ismiyle müsemma bir şekilde Afrika, Balkanlar, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik milletimizin tarihî misyonu doğrultusunda hizmet sunan ve Anadolu’nun ruh yapısını, yardımseverliğini onlara taşıma gayreti içinde olan “Avrasya Yerel Yönetimler Birliği”nin deprem bölgesine yönelik insanî yardım organizasyonunda İskenderun ve Belen’i üst edinmesi ve organizasyonun merkezini Belen’de tesis etmiş olmasıydı.
İskenderun’a varışım, depremin 11. gününe tekabül ediyordu. Ortalık nisbeten sakindi. Halk, depremin ilk hissedildiği andaki, korku ve ürkekliğini üzerinden atmış gibiydi. Beni bu noktaya götüren en önemli tesbitim; bilhassa can kaybına uğramayan, yası olmayan deprem maduru yerli halkın, diğer madur, ihtiyaç sahibi kişilerin tesbiti ve onların ihtiyaçlarının bilfiil giderilmesi hususunda, yardım kuruluşlarıyla el ele vererek onların sıkıntılarının giderilmesi için yardım kuruluşlarının elemanlarıyla birlikte, sanki o kurumun mensubuymuş gibi çalışmakta olmalarıydı.
Diğer bir tesbitim de şuydu; sahil şeridinden başlayarak depremin yıkıcı etkisini tesbit için etrafı gezip gördüğümüzde, genel ilke doğrultusunda kanaatimiz pekişiyordu adeta… Yerleşim merkezlerinde sahilden tepelere doğru, dikkatli bir şekilde ortalığı süzünce, sahil boyunca üst üste yığılan enkazların, dağ eteklerinden yamaçlara doğru azaldığını, belki de tepelere doğru hiçbir tahribatın olmadığını görüyorsunuz. Dağlar adeta depreşmesin diye, Yaradan tarafından geniş tabanlarıyla arzın derinliğine doğru çakılmıştı sanki.
Nitekim tarih boyunca ecdadımız yapılarını hep tepelere veya yamaç yerlere tesis etmiş, ovaları da ekip biçerek veya otlak olarak kullanarak geçimine katkı sunmuştu. Ama müteakip nesiller, Yaradan’ın ulu babalarına emanet olarak tevdi etmiş olduğu ve “VATAN” diye adlandırılan bu yeryüzünü kullanırken onların göstermiş olduğu dikkat ve özenî göstermemiş, ilmî verilerin uyarılarına rağmen yapılaşmada daha çok sahil şeridine ve düzlüklere öncelik vermişlerdi.
BİNALAR ÇÖKTÜ, AMA GÖNÜLLER BİRBİRİYLE KAYNAŞTI!
17 Şubat Cuma günü, İskenderun’da Cuma namazından sonra Avrasya Yerel Yönetimler Birliği’ne mensup arkadaşlarla birlikte bir taziye cemiyetine iştirak etmiştik. İskenderun Devlet Hastanesinde doktor bir kardeşimiz 4 Şubat Cumartesi günü bir toplantıya iştirak etmek üzere İstanbul’a gelir. Hatta tam karar veremez, gideyim mi, gitmeyim mi, şeklinde kardeşleriyle ve aile fertleriyle iştişare eder… Sonunda umumi arzu üzerine Pazartesi günü dönmek kaydıyla gitmeye karar verir. Fakat gel gör ki, Pazartesi saat 04.17’de deprem olur, İskenderun sahilde oturmakta olduğu görkemli apartman çöker ve eşi ile birlikte iki evladı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Doktor kardeşimiz en seri şekilde İskenderun’a döner ve “keşke İstanbul’a gitmeseydim, ben de o gece evde olsaydım da hep birlikte bu alemden göç etseydik” cümlesiyle hüznünü dostlarıyla paylaşır.
İşte bu doktor kardeşimizin taziyesine gittik. Yerleşik örf doğrultusunda kadınlar bir tarafta erkekler bir tarafta oturmuş, yörenin usul ve adabına uygun olarak icra edilen dini merasimi takip ediyorlardı. Okunan ilahî kelamı dinliyor, dualara “amin” diyorlardı. Merasim sona erince o ilahî kelamı terennümle dua eden hoca efendiye birlik ve beraberliğimize sunmuş olduğu bu etkin katkı sebebiyle kendimi tanıtarak, tebriklerimle birlikte ona teşekkür ettim.
O’da beni oradaki topluluğa tanıtarak benden birkaç söz söylememi rica etti. Ben de onlara “Efendimiz’in bir benzetmesini hatırlattım. Efendimiz bizi, bir vücuda, bir organizmaya benzetiyor ve diyor ki, siz bir vücut misali bir bütünsünüz. Nasıl ki, sizin bir organınız, mesela dişiniz ağrıdığında, uykusuz kalmak suretiyle diğer organlarınız onun acısına iştirak ediyorsa, aynen bunun gibi sizden birinize bir musibet isabet ettiğinde bütün müslümanlar onun acı ve ızdırabını kendi yüreğinde hisseder. Aynen bu misal sevgili kardeşlerim; siz Hataylısınız, Maraşlısınız, Anteplisiniz, Adıyamanlısınız… Ama biz İstanbullu, Rizeli, Trabzonlu, Düzceli olmamıza rağmen bir Hataylı, Antepli, Maraşlı, Adıyamanlı gibi sizin acınızı yüreğimizde hissediyor ve o acınızı paylaşmak üzere burada sizin yanınızda bulunuyoruz” dedim.
Oradaki kardeşlerimizin bu sözlere verdiği karşılık ve bizim oradaki kucaklaşma ve kaynaşma anımız görülmeye değerdi. Hakikaten deprem, oturduğumuz binaları belki çökertmişti, ama kökü mazide olan ruh ve mana demetlerimize bağlı olan gönül akülerimizin kutup başlarındaki paslanmaları giderip temizlemiş ve bizi farklılıklarımızla beraber bir kere daha gönül birliği içerisinde, bütün dünyaya kardeş olarak ilan etmişti.
Böylece biz, kaybolmaya yüz tutmuş olan o asil karakter ve şahsiyetimizi ve hatta bizatihi kendimizi bulmuş olduk.
Bize, bizi bulduran Allah’a hamd olsun.
Kalın sağlıcakla sevgili dostlar.
Yorum Yap